ALA ÇAĞIRMALARI (Alabalığın Ahı)
Haziran ayının ortası. Dağlara gitmek için henüz erken ama dayanamadık. Cemal'in arabası bagaj ve arka koltuk dahil odun yüklü. Ben arabamda tekim.
3000 metrelik zirvelerin hemen dibinde olacağız. Dağ yolunun bazı kısımları göçmüş. Dozerle çalışma yapıyorlar. Yukarılara doğru tırmandıkça güneşin yüz vermediği büyük kar yığınlarının hasret kaldıkları göllere, derelere, alabalıklara can katmak için içten içe eridiklerini görüyorum. Başı dumanlı doruklar beyaz berelerini henüz çıkarmamışlar. Epey zorlansak da hedefimizdeki göle kadar araçlarımızla çıkabildik. Gölün kıyıları kısmen karlarla kaplı, taptaze yemyeşil çayırlar ıslak ve üşüyorlar.
Sevinç içinde bütün malzemelerimizi ortalığa saçıp yaydık. Dağ güneşinin samimiyetsizliğine bile bile kanmıştık. Malzemelerimizi hiç sakınmıyoruz; esecek sert rüzgara, yağacak kara, yağmura, doluya razıyız. Hemen oltalarımıza sarıldık. Nasıl özlemişiz alabalık avlamayı, dağlarda olmayı. Özlem taşmış besbelli...
Gölü bir- iki turlayıp avladık; ne bir takip, ne bir dokunuş yok. Arabanın yanında toplanıp yemek hazırlıklarına başladık. Hazırlıkları yaparken etraftaki dağınıklığımız da düzene girmeye başladı. (unutmadan söyleyeyim her zaman çöplerimiz bizimle dönmüştür. Hatta kimi zaman malzeme kılığında eve girmiştir) Karınlar doydu. Çay faslına geçmek üzereyken yoğun sis çaktırmadan üstümüze çöküverdi. Üç kişi yanan bir kütüğün etrafında birbirimizi göremez olduk. Anlaşılan bugün dört hatta beş mevsim yaşayacağız. Dağ hali böyle...
Yoğun sis içinde etrafımızı göremeden olta atıyoruz. At çek, at çek hikaye... Enver, yemli oltasının başında. Cemal'le, ben olta attığımız yerleri birbirimize terk ederek dönüyoruz gölün etrafında... Yorulunca ateş başına gelip dinleniyoruz...
Çaktırmadan ortalığı basan sis, yine çaktırmadan dağılıp gidiyor. Biz ava tekrar başlıyoruz. (bu sis; devamlı, zırt pırt çöküp kalkacak, hatta kimi vakit kalkar gibi yapacak haberiniz olsun.) Bir tam tur gölü dolanıyor ve oltayla sıkı bir tarama yapıyorum. Hiçbirimizde tık yok. Tıkı bırakın suda en ufak kıpırdama, sıçrama, oynak yok. Biraz mola, biraz av,biraz güneş, çokça sis ve çise derken tekrar olta atmaya devam.
Sis tekrar basmaya başlıyor ve karşı kıyıyı göremez oluyorum.
3-4 metre solumda, gölün kıyısına sıfır vaziyette neredeyse karaya çıkacaklar.
Kocaman iki alabalık birbirine yapışmış gibiler. Sıkıntılı bir halleri var, tuhaf davranışlar sergiliyorlar. Cemal'e ıslık çalıyorum ama yoğun sis ıslığımı boğuyor duyuramıyorum. Alabalıkları oltayla yakalayabilmem için balıkların kıyıdan açığa, gölün ortalarına doğru gitmeleri lazım. Ellerimle tutabilirim, resmen o pozisyonda ve kıyıdalar. Balıklara doğru iki adım yaklaşmaya başlayınca tedirgin olup, yavaş hareketlerle benden uzaklaşıyorlar. Ama açığa doğru değil, karaya sıfır pozisyonda birbirlerinden ayrılmadan kıyı kıyı giderek uzaklaşıyorlar. Mepsi çıkarıp hemen çekirgeyi takıyorum.
Çekirgeyi, balıkların dikkatini çekmek için kıyının 2 metre açığına düşürüyorum. Balıklar yavaş yavaş çekirgenin düştüğü noktaya doğru kıpırdanıyorlar. Bu sefer daha da açıklarına atıyorum çekirgeyi. Yanyana duran balıklar bilardo topları gibi açılıp gölün ortalarına doğru gitmeye başlıyorlar. Artık av menziline soktum balıkları. (kamera olsa kaydedilmeye değer görüntülerdi) Güzel bir atışla çekirgeyi yolluyorum; şıp diye suya düşüyor. Çekirgeye sert bir el ense çeken alabalık kendi oyunuyla mağlup oluyor. Ne kadar itiraz etse de sonuç değişmiyor. 45-50 cm arası gökkuşağı alabalığı.
Yuttuğu çekirgeyi ağzından binbir güçlükle çıkarmaya çalışırken, deli gibi çırpınıyor, yumurtaları fışkıra fışkıra etrafa saçılıyordu. Koca balık havası kaçan balon gibi sönüyordu. Çokça yumurta kuşlara yem olacak tek tesellim bu oluyor. Avucumla üreme organını kapatıp tampon yapıyor ve hızlı adımlarla Enver'in yanına doğru gidiyorum. Adım attıkça anlıyorum ki, meğer bir doğumun son hazırlıklarına şahit olup bu doğuma engel olmuşum. Karnı pörsümüş alabalıktan kalan yumurtaların birazını Enver'e yem yapması için veriyorum. Artan bir avuç yumurtayı da gölü besleyen su kaynağının gölle buluştuğu kısmına bırakıyorum. Çekirgeyi çıkarırken balık epey zarar görmüş yaşama ihtimali kalmamıştı. Çok ama çok üzüldüğümü belirtmeliyim.
Bezdiren yoğun sis sigara dumanı gibi dağılmış,etraf görünmeye başlamıştı. Sanki sıkıcı bir siyah beyaz film bitmiş, SON yazmıştı. Ohh dedim, dünya varmış dedim. Fırsat varken tekrar sis basmadan acele edip alabalıkla fotoğrafımı çektirdim.
Enver, oltasındaki yemleri tazelerken, Cemal uzak atışlar yapıyordu. Cemal ve Enver'in umutlarını yeşerten tek şey; kaybettiği eşini arayan dul bir alabalığın varlığıydı...
Çay- dinlenme, atıştırma, av derken akşam vakti yaklaşıyordu. Henüz akşam olmasa bile hava kapanıp kararıyordu. Yarım saat süren leblebi büyüklüğündeki dolu yağışı perişan etti ortalığı. Bütün olan biteni buğulanan camları sile sile izledik. Ne ateş kaldı ne duman. Biz akşamı ağırlayacakken ıslak bir gece karanlığı basmış, ocağımız sönmüştü.
Gözleri yaşlı dul bir alabalığın ahını almıştık besbelli.
Burada böyle yağdıysa aşağılar kim bilir ne hale gelmiştir? Sel yolları alıp götürmüştür dedik. Ama 3-4 km lik bol çamurlu ıslak yolu geride bıraktığımızda farlarımızın aydınlattığı yoldan yer yer toz kalkıyordu.
Gönülden değil, dilden imiş bedduası. Yoksa perişan olacaktık perişan, karanlık dağ yollarında...
21-01-2017 SİNAN IŞILDAK
Not: Dağın tüm mevsimlerini, hallerini yaşadık. Güzel geçen muhabbet dolu bu avımız, gönlümde bana aahhh dedirten bir hüzün bırakmıştır.
(Cemal'le, farklı yıllarda bu avdan önce de, sonra da başkaca avlaklarda güzel alabalık avları yaptık, güzel hatıralarımız vardır. Cemal'le, Enver'e buradan çokça selamlar olsun.)